10.11.2013

Çok istiyorum seni...

Eskiden farklı şekilde tanıdığım biri bana ÇOK kelimesinin yerine göre cümleyi ne derece değiştirdiğini şu örneklerle öğretti.... "seni seviyorum" ve "seni çok seviyorum" cümlelerini kıyasla demişti. Burada anlatmak istemediğim şekillerde öğrendim bu farkı. Yatakta değil.
Yanişimdireklamınıyapmakistemediğimbirsitede...

Belki yaşımdan kaynaklanıyordur, hatta umarım yaşımdan kaynaklanıyordur ama nereye baksam seyyar tahttan fırlamış minicik ayaklar görüyorum.
Bazı arkadaşlarımla otururken birdenbire kalkıp "Uyandı!" diye koşmaya başlayabiliyorlar.
Biz pek bir ses duymadan üstelik.

Neyse
Ben SENİ Çok Özlüyorum Çocuk!...

Yıllarca insanlara baba olduğuma dair yalanlar söyledim ben. Yıllarca buna inandım da sanırım. Kafam hazır yani bu göreve.

Annenle müze ve hayvanat bahçesi dezerken ananın öfleyip pöflemesi bende sadece "kızın kızar kızım bu lafına" lafını getiriyor aklıma.

Gel

Biliyorum ciddi biri değilim ve hayatın sıfatlarını çoğunluk belirliyor. Para diye bir şey var diyorlar evet.
Var o ama elimizde olması için var değil. Bitmiş dondurmadır para. Hep en azından soğuktu dersin çünkü aradığın şeyi ilk anda verir dondurma.

Ama ben hep omzumda seni tanışayailmek için başım önde gezdim. Kafamın içindeki tilkiler ve gözlerimdeki halojenler seninle tanışmak için ÇOK hevesliler. Zaten senin için edinildiler. Bunu şimdi görüyorum ama durm budur.

özetle
Ben SENİ Çok Özlüyorum Çocuk!...
bir de ne zaman geleceğini bilsem...

22.06.2013

çok da tatlı değil...

Baban ve daha sonra Annen var oldu dediler sana. Onlardan önce kimse yokmuş. Sanırım Babanın daha önce dengi olan bir eşi daha varmış ama bir ara hop noluyor dediği için ayrılmışlar. Büyük patron kovmuş o kadını bahçesinden. Gidip başka insanlarla beraber olmuş diyorlar. Şeytanla, iblislerle sevişmiş diyorlar.
Baban kendi kaburgasından yaratılan Anneni sevmiş. Sevmemesi için bir sebep yokmuş zaten. Büyük partonun bahçesinde ekmek elden su göldenmiş zaar. Ekmek diye bir şey yok tabi bu dönem. Yokluk konsepti de yok henüz.
Bahçenin tek kuralı varmış. Ortadaki ağacın meyvesini yeme. Meyve zamanla nardan elmaya dönmüş olabilir şeklen. Kanımca nar daha uygun çünkü Bilinç ağacının meyvesi çünkü Bilinç tek kelime ama içinde bir sürü tane var.
Neticede Annen şeytana uymuş ve o meyveyi ısırmış. Hatta bununla kalmayıp Babana da yedirmiş. Şeytan bu noktada artık ne kadar işlevseldir bilemiyoruz lakin Havva'nın "aklı başına gelince" çıplak olduğunu farketmiş. Bu durum üşüdüğü için rahatsız etmiş olmalı çünkü çıplaklığından çekineceği kimse yok.
Büyük patron Annenin kendini yapraklarla örtmeye çalışmasından meyveyi yediğini anlamış ve onları bahçesinden kovmuş.
Bence bunların hepsi "cehalet huzurdur"un süslü anlatımı. Ama çocuğa başka türlü anlatamazsın bunları...
Öte yandan Cennetten kovulduktan sonra Annen acı içinde doğurma cezasına çarptırılmış. Şu noktada Şeytanın da zamanında kovulduğunu ama Cennette Anneni ayartabildiğini de hatırlatmak istiyorum.
Bir kere bu sadece Annen o meyveyi yediği için gerçekleşebilen bir durum. Biraz şok etkisi yaratabilir şimdi yazacağım şeyler ama tıbbi terminolojidir ahlaksızlık olarak adlandırma lütfen. Doğum sadece korku yüzünden acılıdır. Doğururken dalga dalga orgazm olan kadınların sayısı çok. Bir Pi sayısının basamakları kadar değil henüz ama bu Babanın suçu.
Özlediğin, aradığın ve ulaşmak için uğraştığın şey Cennete geri dönmek değil mi? Bu yüzden o Meyveyi yemiş olmaktan şikayetçisin sanırım. Bu yüzden hiç yememiş gibi davranıyor olmalısın. Başka türlü anlayamıyorum yaptıklarını.
Anlayamıyorum dedim. Şair bu dizelerde çocuklarının şu anda Narda vitamin olduğunu söylemeye çalışıyor.
Benim sana bazı şeyleri Anlatmaya çalışmam Annenin zamanında Babana meyve yedirmesiyle aynı şey aslında. Ben ve benim çocuklarım Bilinçli olacaklar. Sen ve senin çocukların da öyle.  Lakin sen çocuklarına benim oğullarımı Kabil'in,Lilit'in dölü olarak Anlatacaksın ve ben çocuklarıma senden uzak durmalarını söyleyeceğim.
Meyvenin tadını çıkar diyeceğim çocuklarıma. Pişmanlardan uzak dur ve Meyvenin tadını çıkar. Doktor olacak çocuklarım. Yardıma ihtiyacın olur belki diye. Sen kalkıp döveceksin seni kurtarmaya yemin etmiş olanları. Bu "Yemin" denen şeye ne kadar güvendiğini gösteriyor. Psikologlar bu duruma yansıtma derler. Savunma mekanizmasıdır. Kendine yakıştıramadığın durumu karşı taraf yapıyormuş gibi tanımlar ve inanır bazen insan. Ben senin Yeminime inanmamandan senin Yeminlerinden kolayca dönebildiğini çıkarıyorum ama belki de Meyveyi henüz sindirememişsindir.
Bütün yazı boyunca Sen ve Ben diyerek ikimizi ve soyumuzu ayırdığımın farkındayım. Beni bu noktaya sen getirdin. Bunu asla unutma. Çocukların dönüp dolaşıp Dünyanın şeklini tartışırken benim çocuklarım büyük ihtimalle artık bu dünyada olmayacaklar. Utandırıyorsun çünkü Bilmekten. Korkutuyorsun. Önce isim takıp sonra o ismi kötüleştiriyorsun. Çocuklarımın üstünde iz kalıyor. Sinirleniyorlar ama senin çocukların gibi kalaslarla, satırlarla ifade etmiyorlar kendilerini.
Sen çocuklarına ilk emir olan "OKU!" yu bile öğretmiyorsun. Benim çocuklarım yazarak iletişiyorlar halbuki...
Meyveden korkmana veriyorum bütün bunları. Bilmekten, Düşünmekten KORKUYOR olmalısın. Belki de daha kolaydır bunlar. Bilemiyorum
Ve kalkıp bana Cennete gidemeyeceğimi söylüyorsun. Sırf Meyvenin tadı hala ağzımda diye...
Büyük patron seni almayacaktır bahçesine. Meyveyi yemeden önceki haline dönme isteğinden veya Meyvenin kendisinden nefret ettiğin için değil. Meyveyi kullanarak GÜNAH işlediğin için.
İstemiyorsun biliyorum ama BİL ki Bilinçli olmak Biat etmekten çok daha zor.
Meyvenin tadı o kadar da tatlı değil yani.
Bir çocuğun tek cümlesine satırlar, paragraflar, sayfalar doldurtuyor Bilinç.
Zorlama olarak algılamanı istemem evet ama aslında Kardeşin olan Gavur'un bir lafı var
"the blessed of us should help the rest of us, until the rest of us become the blessed of us" diye. Tercümesi "Kutsanmış olanlar diğerlerine, diğerleri kutsanmış olana kadar yardım etmelidir" şeklinde
Sanırım bu noktada Kutsanmanın Meyveyle ne kadar ilgili olduğunu anlamışsındır.
Al bir ısırık Adem oğlu. Çok da tatlı değil ama bu ilk öğrendiğin şey zaten.
Başına gelenleri Ceza olarak görüyorsan bunun suçlusu Ben değilim.
İlk ekşilik bu olsun...
Lakin Nar antioksidandır. Bir yerden sonra temizler Bilinç kendini.
Sokak çocuğuna tinerci deyip dışlarsın. Sonra o kalkıp "Bu illetten nasıl kurtulacağım? Kimsem yok senden başka." der. Satır satır, paragraf paragraf, sayfa sayfa ağlarsın.
Güzeldir çünkü o çocuğun gülümsemesidir esas Cennet. Her gün sana içinden ve içten teşekkür etmesidir o çocuğun. Kurtarırsın, Kutsarsın ve o çocuk temizler vicdanını.
Ama bir ısırık al lütfen. Bütün korkun "yemişlerden duydum ekşiymiş" düşüncenden kaynaklanıyor. Sen Bil neyin nasıl olduğunu. Sana durumu anlatanlar Yeminlerle süslüyor Yalanlarını, Gerçekleri tokatla örtüyorlar belki.
Korkma.
Yarın bir gün dudaklarından "Sen yanımdaysan iyiyim kardeşim." sözü dökülecek başka türlü ekşilikleri solurken. Sırılsıklam ve zar zor nefes alıyor olacağız ama Cennette olacağız Kardeşim.

3.06.2013

"Sen yanımdaysan iyiyim kardeşim."

Perşembe gecesi Toronto'ya döndük. Uçağımız biraz rötar yapmıştı ben de annemi bir kez daha arayıp şirinlik yapayım dedim. Telefonu açtığında sesi bok gibiydi. bu bok gibi tanımı aslında yeterli değil. benim dilim yeterli değil annemin sesini tarif etmeye. Ne oldu diye sordum bizim çocukların çadırlarını yakmışlar sabah dedi. Bizim çocuklar kim diye düşündüm önce, sonra kim çadır yakar kim çadırLARI yakar diye düşündüm. Gezide dediğinde de nedense düşmedi jeton. Evet Taksimin ortasındaki Gezi parkı için bir protesto vardı ve Mimarlar Odasından tanıdıklar (annemin bizimkiler dedikleri) oradaydılar ama ben 3. boğaz köprüsü için kesilecek binlerce ağacı daha çok önemsiyordum. Sanırım bundan uzun sürdü kafamın çalışması...
Toronto'adki eve girdiğimde bilgisayarıma kavuştum diyerek önce tozunu sildim aletin. Sonra facebooka girdiğimde bir haller oldu bana...
Siviller her zamanki gibi yüksek sesle hapşırsalar biber gazı sıkılıyordu zaten. Bu durum çok yeni veya özel değildi. Benim arkadaşlarım da her eyleme giderdi. Ben de giderdim gerçi şimdi bizimkiler de her boka katılırlar gibi bir şey anlaşılmasın. Bu seferin farklı olmasının sebebi bir birlik halinin oluşuydu. İnsanlar küt diye organize olup biber gazından nasıl korunulur, etkileri nasıl geçiştiriliri paylaştı. Sonra insanların evlerini açtıklarına dair mesajlar akmaya başladı.
Sanırım medyanın normal haline alışmışlıktan kaynaklanıyor ama daha sonra gördüğüm resimler beni delirtti diyebilirim. Metakognitif bir söylem gibi gelebilir ama bana neler oluyor diye düşündüm. Beni normalde kan tutar çünkü... gözlerimi ekrandan ayıramadan gözü çıkmış (gerçekten) birinin resmine kinle bakarken buldum kendimi. Bu 5. gün olan olay. Arada iki kere buradaki destek mitinglerine gittik ama arkadaşlarım 18 saat gaz  yemiş ve hala yiyorken benim burada bağırmam kesinlikle züğürt tesellisi gibi geldi.
Sürekli nasıl yardımcı olabilirim diye düşündüm ve yapabileceğim tek şey olarak facebook iletilerini paylaştım. Bir twitter hesabım yok. Gerçi açmak ne kadar zor o ayrı mesela ama kafası kesik tavuk halinde paylaştım bir çok şeyi. Baya bir yanlış bilgilendirme de yapmış olabilirim. Bu sebepten birilerinin canı, gözü, ciğeri yandıysa çok çok özür diliyorum.
Gelelim bana neler oluyor dediğim haller dışında yüzümde sabitlenmiş gülümsemenin sebebine... Arada öyle güzel mesajlar okudum ki şimdi bile tüylerim diken diken oluyor. Eylemcilerin birbirlerini gözetlemesi, koruması ve yardım etmesi; tek vücut olmaları; linçleri,yağmaları önlemeleri ve daha bir çok şey. Bu durum eylemin amacından daha çok etkiledi beni. 30 yaşındayım ve ilk kez Türk olmaktan GURUR duydum.
Herşeyi özetleyen ve gözlerimi dolduran anekdot ise, hiç oynamadan direk copy paste ile ekliyorum,
 "Serdar MJk Tepe dostumuzun tecrübesidir...."Dun Dolmabahçe'de Toma'nin 10 metre onunde bir tenteyi tutuyorduk barikatin onunde. En fazla 10 kisi. Gazdan, sudan bayilma noktasina gelmistik artik. Yanımdaki cocuk cok oksuruyordu "iyi misin" diye sordum, "sen yanımdaysan iyiyim kardesim" dedi. Hic tanimadigim adam bunu dedi bana dun. Hayatim boyunca yasadigim en güzel an olabilir."
Uzakta olmak ilk kez endişeden çok bütün eğlenceyi kaçırmış olma hissini uyandırdı bende. Sanırım sadece bu "Sen yanımdaysan iyiyim kardeşim." sözü yüzünden.
Keşke yanınızda olabilseydim de ben de iyi olsaydım kardeşlerim...
Hepimizi çok seviyorum.

23.01.2013

Low-light Vision - least intrusive method

I thought of a less intrusive method for the low-light vision implants I came up with (and wrote about on a previous entry).
Instead of cutting the eyeball and inserting a sphere in, we can use contact lenses with one-way-mirror covering to emulate the tapetum lucidum.

6.01.2013

Evler Evler Evler Tırınım Tırınım*

Dr. Müfit Tümerkan sokaktakini saymazsak hiç bir oturduğum evde 2 seneden fazla yaşamadım ben. Garip bir şekilde her evi bir öncekinden daha çok sevdim ama. Mesela Beşiktaş'taki ev ilk kendi evimdi ve sonunda tesisat sorunu yüzünden dolap kapakları çürümüştü. Lakin o evde, ki 30 metrekare olduğunu belirtmem lazım, 10 kişinin bir koltukta köpek yavrusu gibi sabaha kadar içip, gülüp, shiftlerle uyuduğunu bilirim. Takdir edersiniz ki bu o evin değerini bankerlerin anlayamayacağı bir şekilde arttırdı. Bankerlerin anlamamasının sebebi o evin duvarlarının 5 para etmemesi gerçi. Koltuğu da oradan sonra İstanbul'da her yere götürdüm lakin götürdüğüm yerler koltuktan farklı sebeplerden değer kazandılar.

Tahmin edileceği üzre bu ev değiştirmelerimin çoğu ailemle yaşarken oldu. Kendi başıma yaşama maceram bana bir sürü kitap ve film tüketiminden (tüketmek diyorum çünkü aynı filmleri 10 belki 20 kere izleyerek, günlük konuşmalarımda okuduklarımdan alıntı yapmadan iletişemeyecek kadar aynı kitapları tekrar tekrar okuyarak yaşadım) başka bir şey kazandırmayarak 4 sene sürdü ve ailemin yanına döndüm. Aileyle taşınırken yeni bir yere gidiyorsak daha iyi bir yere gidelim mentalitesinin bir sonucu olarak hep bir diğerinden daha büyük evlerde yaşadım. Süperlerdi. Caddebostan'daki ODAM Beşiktaştaki EVİMin 3 katı kadardı. Bütün eşyalarımın, oyuncaklarımın, aletlerimin ve kitaplarımın sığdığı tek yer oydu ve bir sene kadar orada kalabildim. Kuzenimin teorisi orada bizden önce yaşayanların kızının balerin olduğuydu. Odanın bir duvarını ayna kaplatmayı başka türlü açıklayamamıştık. Benim aklıma daha psikotik senaryolar geldi ama duvarlardaki raflar ahşaptı. Kan man sıçrarsa zor temizlenir türden... Neyse. Bütün bu senaryolarım oda bodrum katta olduğu için. Odaya ulaşmak için beyaz mermer bir koridordan ilerleyip sola dönüp biraz daha gittikten sonra sağdaki kapıyı açmak gerekiyordu. Ev sahibinin garipliğinin bir diğer göstergesi ise 25 cm aralıkla tavana yerleştirilmiş spotlardı. Solaryuma parası yetmemiş olabilir. Muhteşemdi biraz da... Küflendi abi oda. Duvara astığım ahşap maskenin yanağında beyaz bir şey çıktı önce. Sonra o beyaz şey "kıllanmaya" başladı. Afrikalı arkadaşımın yüzünde kıllı bir ben çıkmış gibiydi. Ben bu gelişmeler olurken küflenen yastıkların ciğerlerime neler yapmış olabileceğini düşünüyordum. Ki kitaplarımın ne kadar küflenebileceğini hatırlatan yengemle pek sık görüşmüyor olmam da ilginç bir rastlantı (sadece rastlantı.). Oradan çöp torbalarıyla taşındım. Evden çıkarken kitapları saunaya yığıp (evet bizim minder deposu olarak kullandığımız bir sauna vardı evde) kuruyken bi ısıtsa mıydım diye düşündüm ama tabi tahmin edebileceğiniz üzre bu bir sonraki evde kitapları yerleştirirken oldu. Geç biraz...

Neyse efenim şimdi Kanada'ya geldik. Ev bulmak kolay ama evin seni kabul etmesi zor gibi bir durum var. Başvurunu beğenirlerse mülakata falan giriyorsun. Başvuru ise eski ev sahibinden referans iş, yerinden maaş bilmemnesi, babamızın akyuvar sayısı ve 45 dakikalık french kiss gibi şeyler istediğinden tahmin edebileceğinizden (hatta hayal edebileceğinizden) daha zor oluyor. Üniversite veya mastera sadece 1 kere başvurmuşluğum olduğundan okula başvurmak gibiymiş türünden bir benzetme yapamıyorum. Bunların hepsi Kanada'ya gelmeden bir gün önce burada oldukları öğrenilen kişiler yardmıyla anlaşılıyor. Dütdüt'ün (anneannem) üst kat komşusunun oğlunun Toronto'da olması gibi. Başka bir arkadaşım da gelmeden bir gün önce burada bir kuzeni olduğunu öğrenmiş. Bu insanlar kefil oluyorsa iş baya kolaylaşıyor. Mesela bizim kefilimiz 70 yaşında adam olduğu için öpüşmek istemediler.

Lakin kıçım rahata erdikten sonra bendeki craigslist ve kijiji taramaları durmadı. İskoçya'dan arsa alıp Laird (İskoç Lordu) ve Lady olduk. Madem taşınmıyoruz sky is the limit diye bakınmaya geçişim ise Pınar'ın teallam tepkilerini arttıdı.

AMA ada buldum yaa...

Emlak fiyatlarını az biraz biliyorum. Buradan ev alacağıma (o kadar para veriyosak köpek de isterim diye ev yoksa apartmana burun kıvırmıyorum. yazının bu noktasına kadar evi benim güzelleştirdiğimi anlattığımı anlamadıysanız bu size bir iyiliğim olsun.) Gider Montreal'de üstünde ev olan ada alırım. Soğuk biraz gerçi ama olsun 2 tane köpek alırım.

Yaa Beşiktaş'taki evde piyangodan para çıksın 5 ev alırım birinin kirasıyla emlak vergisini öderim diğerleri benimdir diye düşünürken şimdi ne oldu. Artık daha olgun biri olduğum için (tamı tamına 7 yaş) bu hayallerim daha gerçekçi. Artık piyangodan para çıksa 3 ev alırım... Şaka lan şaka. Artık piyangodan para çıksa diye hayaller kurmuyorum. Zaten burada çıkınca 50 Milyon dolores çıkıyor. Vergisini versem şımarırım gerçekten. 25 milyon vergi verdim la bi seferde diye...

Raz nerede diye sorarlar. Adasında oturuyor arada bir gelenlere o ay milletvekili maaşlarının birazını ben vermiştim diye böbürleniyor dersiniz.

*: becerebilir misiniz bilmiyorum ama emel sayın'ın eller eller eller şarkısıyla okuyunuz. ya da okumayın hadi yazıyı okuyun. zaten durduk yere yazının kıçına dikkat çektim... nıç...

3.07.2012

Kedime kim bakacak?


  Aslında ölmekte olanlar, ölüler veya ölümle ilgili pek bir deneyimim yok. Süper giriş di mi? Neyse efenim şöyle bir gerçek var ki kendimi bildim bileli kafamın arkasında öl de kurtul anasını satayım lafı geçer.

  Reklamlardan kolay etkilenen biri olduğum gerçeğinden midir nedir bu ses beni bir iki kere bitmeyi denemeye itti. Şu an bu yazıları okuyabildiğinize göre başarısız olduğumu anlamışsınızdır (mevcut teknoloji seviyesi benim kadar laf yapabilen bot üretmeye yetmedi henüz). Başarısızlıkların getirdiği hırs da bir iki denemeye yol açtı tabi.

  Neticede ülserden başka birşey elime geçmiş değil. Amacın elimdekilerden tamamen kurtulmak olduğunu düşünürsek deminki cümle biraz tezat kaçıyor gerçi ama durum bu. Öte yandan bütün sülalede ülser olduğu göz önünde bulundurulursa formaldehitle de formaldehitsiz de bu noktaya gelebilirdim gibi geliyor.

  Eskisi kadar çok değil gerçi bu plan program halleri. Mesela eskiden yeni bir yere girdiğimde ocak elektrikli mi, havalandırma ne durumda, lavabonun altında hangi kimyasallar var veya kaçıncı kattayız diye düşünürken şimdi 10. katta oturmama rağmen hiç yere hızlı konmayı düşünmedim. Yalan söyledim. Düşündüm ama sonra kedime kim bakacak diye düşünüp vazgeçtim.

  Bu "Kedime kim bakacak?" kalıbı aslında sizin şu an bu yazıyı okuyabiliyor olmanıza sebeptir. Lise sondayken çok mutsuz olduğum bir günde rehberlik servisine gidip ağlayarak bunu sormuştum. İçim akıyor ve akan şey ziyan oluyor gibi bir his vardı. Sanırım buna anlaşılmama hissi deniyor da şimdi ben kimin neyini anladım ki tutup kimse beni anlamıyor tribine gireyim. Öte yandan benim anlamama sebebim dinlemiyor oluşum o ayrı. Aptallıktan değil yani. Neyse, neticede ailemi çağırdılar ben de eve gidip uyudum. Sonradan öğrendim ki bize sene başında "Beni abiniz olarak görmenizi değil abiniz olarak bilmenizi istiyorum." diyen adam babama oğlunuzun okula devam etmesi için rapor gerekebilir gibi birşeyler zıvalamış. Bu benim psikoloji okumamda ne kadar etkili oldu şu an bilemiyorum ama duyduğumda çok sinirlenmiştim. Konu bu değil belki ama sinirlendim işte ki sinirliyken kafamın arkasındaki fısıltı fıs özelliğini kaybediyor. Lakin daha sonra ne zaman ölüme yaklaşsam (10. kat balkonundan aşağı tükürürken mesela) hep kendime kedime kim bakacak diye sordum ve geri döndüm. Saçma bir durum aslında çünkü hayatımı istemsizce kurtaran kedi öleli 7 sene oluyor. Yerine yeni kediler geldiğine göre (ki 7 sene içinde ne yazık ki 8 tane kedim oldu - aynı anda değil) ölmeyi istemeyen tarafım sessiz ama daha başarılı. Ay evladım işte buna yaşama sevinci diyorlar demeyin. Pek eğlenmiyorum zira.

  Yakın hissettiklerime bu hislerimi anlattığımda ilgi çekmeye çalıştığım veya cool takılmaya çalıştığım gibi sonuçlara vardılar. Ki bu benim yakınlık algımın ne kadar hatalı olduğunu gösterse de aslında EMO edebiyatı yaptığımı da bana gösterdi. Kendimi mutsuz hissetmiyorum. Yoğun olarak kendimi mutsuz hissettiğim anlar genellikle ayrılık sonrası oluyor da bu bana özgü birşey değil zaten. Öte yandan kendimi mutlu da hissetmiyorum. Huzurlu da değilim ama zaten bizim eve ek uğramazdı huzur. Kızkardeşim intihara meyilli olmadığına göre huzur insanı hayata bağlayan birşey değil gibi bir çıkarıma ulaşabiliyorum. Ki ee yani?

  Şimdi düşününce ilgi çekmeye çalıştığım doğru. Yöntemler uyuşuyor tabi de bunun ötesinde ben bi bok yediğimde (örneğin cıva içmek) ilk yaptığım iş insanlara gidip içtim demek oldu.  Günlük hayatımızda öyle insanlar görmediğimizden midir nedir taşak geçtiler benle. Bir tayfa bana cıva demeye başladı ki aslında hoşuma da gitmedi değil. Lakin raz'dan sonra cıva'ya alışmak için kasmadım.

  Nasıl tür ilgi çekmeye çalıştığımı ise bilmiyorum. Kafamın gerisinde ne konuşulduğundan pek emin değilim zira. Bu öl de kurtul fısıltısı ortam sesinin çok üstünde de olabilir. Öyle ya ben geri kalan konuşmaları duymuyorum lakin götün biri (sub karakterlerime hakaret edebilme hakkım saklıdır) öl de kurtul diye bağırıyor olabilir.

  Kedime kimin bakacağı konusu ise aslında çok önemli değil. Sözün esas anlamı ben kedimi seviyorum... Sorun şu ki ben kendimi pek sevmedim sanırım. Ama kedi iyi, kedi güzel. Evde de bir tane ayna olduğuna göre şimdilik sorun yok.
 Buraya kadar intihar mektubu okuyormuş hissine kapılmış olabilirsiniz ama telaşlanmanıza gerek yok daha buradayım ben. Hem yeni kedi aldım. Gri.

  Neyse efenim biraz daha kendimden bahsedeyim de egom kapılardan sığmasın. Bu bitim denemeleri sonucunda nispeten korkusuz biri olduğumu farkediyorum. Geleceğe dair bir endişem de yok... En kötü ne olabilir ki diye düşündüğümde aklıma ölürüm cevabı geliyor. Aynı şekilde bu kadar tersine kasmışken sağlığıma dikkat etmek de içimden gelmiyor. Yani tam öyle değil. İçimden gelmiyor değil aklıma gelmiyor. Evlendiğimden beri "Mutfak lavabosunda bir sürü bakteri varmış." veya "Sifonu çekmeden önce klozet kapağını kapatmazsak bok parçaları havaya karışıyormuş." tadında şeyler söylüyorum ama açıkçası zerre umrumda değil. 

  Neyse demeye çalıştığım sık sık insanları öldürmeyi planlıyorum. Nadiren bu insanlar başka bedenlerde yaşıyor oluyorlar. Benim de onların da yaşıyor oluşu için tembelliğime şükredebiliriz sanırım.

  Ateist olmanın böyle yan etkileri var işte... Ölümden sonra bilincin devamına inanıyor olsaydım tabi ki bir göt korkum olurdu. Lakin düşen uçakta ateist olmaz lafını kıvırıp bu lafı edene monte edebilecek bir şans yakın zamanda elime geçti. Türbülansa girdik, herkes bağırış çağırışken (ki nedense çok az kişi dua ediyordu ya da herkes annesine tapıyor) benim içimden kısa bir "oh be" yi takiben "evet son düşünceleri alalım kapatıyoruz bünyeyi" ondan sonra da 7 sene önce ölen kedimi düşündüm. Mallrats adlı Kevin Smith filminde düşen bir uçakta herkesin masturbasyona başladığını anlatıyordu. Uçak düzeldikten sonra herkes aletleri pantolona geri koyup hiçbirşey olmamış gibi takılmışlar. Bizim yaşadığımız 5 dakikalık genel panik hali sonrasında bir çok annein kulağı acıyla çınladıktan sonra bir sürü yarabbim şükür duydum. Burdan nasıl bir şey çıkarmalıyım bilmiyorum ama böyle de bir data var yani.

  Neyse biraz da yazı boyunca bahsettiğim kediyle ilgili birşey anlatmak istiyorum ki saygıyla anmış olayım. Shinji (kedinin adı buydu) bana nasıl öldüğümüzü ve ölüyle canlı arasındaki farkı gösterdi. Kendisi benim en yakın arkadaşlarımdan biri olduğu için uyutulurken yanında olmak istedim. İlaç etkisini gösterirken çenesinin altını okşayıp gözünün içine bakmanın en doğru hareket olduğunu düşündüm. Terminator 2'nin sonundaki gibi aslında. Gözün içinde bir ışık sönüyor aslında ama tam öyle değil. Göz rengi bir ton açılıyor gibi. Shinji öyle birden bir büyüyle 5 kilo ete dönüştükten sonra ise son bir ayda çektiklerini düşününce biraz rahatlamıştım. Acaba son anda o ne düşünüyordu diye merak ediyorum bazen. Korkuyor olamayacağına göre... ne?

  İnsanlar korkuyor da korkmasalar ne farkedecek? Ölürse insan bilir mi Dünya?

29.06.2012

Ne Kadar Eşitiz Değil mi Sevgilim?

Mayıs sonu haziran başı İstanbul'daydım.
Ben oradayken kürtaj konusu tartışıldı. Konu başlığı sarsıcı olduğu için sokaklara düşüldü. Sana ne yarraam dendi. Sen kürtajı hobi mi zannediyorsun diye soruldu. İ. Melih Gökçek gene Ankara'da deniz seviyesinin kat kat altında yaşam olduğunu hatırlattı. Dikkat dağıldı ve bir sürü yasa geçirildi ve hatta 3. köprü ihalesi bile yapıldı. Bunlar (3. köprü dışında) kesinlikle beni ilgilendiren konular değil. Zira kadının bedeni ve kadının kararı. Ben zaten ne kadar istersem isteyeyim (niye isteyeyim o ayrı) ne kürtaj yaptırabileceğim ne sezaryenle doğum yapabileceğim. Bu noktada kadın erkek eşitliğine değinmek istiyorum. Fiş ve priz ilişkisiyle açıklanamayacak olsa bile kadın erkek eşit değildir. Bu söylemimi ise kürtaj konusu açılana kadar düşünmemiştim.

 Bir erkek, çocuk sahibi olmak istiyorsa mutlaka bir kadına ihtiyacı oluyor. Kadınlarda durum böyle değil. Bu durum beni biraz üzüyor açıkçası. Bir kadın benim bedenim benim kararım dediğinde bana ne o zaman diyip geçiştiriyorum ama ben ne olacağım? İlla bir klonlama teknolojisi mi beklememiz gerekiyor? Zira kiralık anne dediğimiz oluşumda da kadın çocuğumu görmek istiyorum dese pat diye hayatımda kocaman bir önem ve ilgi beklentisi oluşacak. Bir erkek olarak bu duruma ne münasebet gen benim diyebilme hakkım yok. Hakkı bırakın aklımdan geçmez bir anneyle çocuğunu ayırmak.

Neden? Çünkü münaasır medeniyetler seviyesinde yetiştirildiğimden kadın ve erkeğin gerçekten eşit olduğunu düşünüyordum. Ayakkabı ve terlik arasındaki farkı biliyor olmam veya yerlere tükürükle işaret bırakma gibi hobilerim olmadığından bir çok dişi arkadaş da edindim. Bu dişileri cinsel veya duygusal partner olarak düşünmnüyorum. Kendilerinin çükü olan arkadaşlarımdan tek farkı küfrederken kullandığım kelimelerin değişik olması. Kadınlarda eylemin kendisi travmatikken erkeklerde eylemin yöneltildiği kişi ya da kuruluş daha önemli oluyor. Örnekle açıklayalım da yazıya küfür girsin. Mesela benim en yakın pipili arkadaşım Engin kendisine ananı öpeyim desem de deliriyor annesiyle daha çıplak aktivitelerden bahsettiğim zaman da. Neyse niyeyse küfredemedim. Öte yandan en yakın pipisiz arkadaşım Elif'e başka birine küfrettiğim zamanı anlattığımda bile gözleri büyüyor.

Elif'in küfür repertuarıma olan hayranlığı bariz olsa da benim anlatmaya çalıştığım şey bu ayrım. Kadınların yanında daha az küfrediyoruz çünkü onlar erkeklere kıyasla daha narinler gibi bir düşünce kalıbı var. Kanımca bu 2 yüzyıl önceki psikologların tavrından farklı değil. Aranızda geçmiş zaman psikoloji televolesini seyretmemiş olanlar olabilir o yüzden şeediyim de aklınızda soru işareti kalmasın. 1800lerin sonu 1900lerin başında bütün psikologlar erkekti. Zamanın psikologları kadın aklını pir-u pak ama fazla parlak değil olarak yorumladıklarından insanın kirli çamaşırlarıyla uğraşan bir bilimin (ki çamaşır yıkamanın kadın işi olduğuna inanıyorsanız burada bir ironi göreceksinizdir) yani insan aklının karanlık köşelerini temizlemek olan (hah gene... temizliği kadın işi olarak görenleriniz varsa iki satır daha bekleyin) psikolojinin kesinlikle bir kadının anlayabileceği bir disiplin olmadığını söylüyorlardı. Şimdi psikoloji sınıflarına bakıyoruz 95 kişilik dönemde 6 pipi var biri eşcinsele ait... ve pipisi olmayanlar da hiç o kadar narin falan değiller. Bununla ilgili delillerimi saymak farklı bir blog doldurur (entry değil blog) o yüzden burada kalsın bu paragraf.

Oturup düşününce erkek egemen toplum sözü baya ilginç gelmeye başlıyor aslında. Yani gerçekten erkek egemen bir toplumu gözlemlemediğim için bilemiyor olabilirim. Öte yandan bu yönetim cart curt işlerinde erkeklerin daha sık görünüyor olmalarını ise erkeklerin aptallığına veriyorum. Neticede 7 milyarlık dünyada ne kadar zengin veya güçlü olabilirsin ki... Ya da senin gücün ve zenginliğin benim için ne ifade eder? Sanırım herkes neden güç ve para peşinde koşturduğumuzu biliyordur. Birinizin aklından gösterip vermeyenler yüzünden gibi bir laf geçtiyse teşekkür ederim. o da doğru çünkü. Öte yandan erkeklerin sahip olup da kadınların olmadığı hangi haklar var merak ediyorum. Bu kesinlikle retorik bir soru değil.

Kanımca insanlık olarak bir yerlere varabilmemiz için (şu an olduğumuz yer sadece oyuncak bolluğu. Lütfen cep telefonunuzu uygarlık göstergesi olarak görmeyin.) kadın erkek ayrımını kaldırmamız gerekiyor. İnsanların bazıları doğurur gibi bir söylemle çıktığımızda daha efendi insanlar olurmuşuz gibi geliyor. Neticede ben bazen kapıları açmıyor olabilirim ama ben kapıyı açmadığım için biri dönüp yüzüme öküz diyebilme hakkını buluyorsa bence bu erkeklerin kibar olma zorunluluğunun kanıksanmasından başka birşey değildir.

Neticede bana bütün gün bana Ata Demirer'in dolmuştaki kız taklidi gibi davranıyorsa, herşeyi benim yapmamı bekleyip her yaptığımı eleştiriyorsa, beni insan olarak yok sayıyorsa, hiç birşey söylemeyip düşüncelerini okumamı bekleyip sonra hoşuna gideceğini düşündüğüm birşey yüzünden surat yiyorsam çeker giderim arkadaş. Adam ben burda neciyim diye düşünmez mi? Bir de kadına el kalkmaz kuralı arkasına sığınıp sevgilisine boktan beter davranan kadınlar var ki açık açık söylüyorum ben bir kere kendimi böyle bir büyüüük bir öfke okyanusunu içerken buldum. Ne oldu hatırlamıyorum ama sonrasında aylarca ne biçim biriyim lan ben diye düşünerek geçirdim. Gene açık açık söylüyorum ki şimdi düşününce kendimi suçlu görmüyorum.

Demem o ki kimse kimseye durduk yere şiddet uygulamaz. Karısını düzenli olarak döven erkek büyük ihtimalle eşcinseldir ve mutsuzluğun dışavurumu olarak şiddete başvuruyordur. Karısı ise mutsuzluğunu öğrenilmiş çaresizlik olarak şekillendirir ve saklar. Çocukları hakkında düşünmek beni çok üzüyor (çünkü kendisi ilgisiz büyüyecek ve bu büyüme içinde vahşeti normal sayacak ve başka bir sebepten mutsuz olduğunda eşine saldıracak).

Bu yazıda kadına karşı şiddet haklıdır DEMEDİM. Bunu peşinen söylemek istiyorum. Ben her türlü şiddete karşıyım. Fiziksel veya psikolojik şiddet olması da bir şey değiştirmiyor bir kadına veya erkeğe veya bir hayvana uygulanması da (sivrisinekler hariç). Bu yazının ana konusu eşitliğin ne kadar mümkün olduğu. Bir sonraki yazımda insanlara nasıl davranılması gerektiğinden bahsedeceğim. Yani yarın da olabilir önümüzdeki ay da o kadarını bilemiyorum.